8 Temmuz 2013 Pazartesi

Jennifer L. Armentrout - Lux Serisi 2 - Oniks (Ön Okuma)


Temel Bilgiler 
Orjinal Adı :Onyx 
Seri Bilgisi: Lux 
Seri Sırası : 1 
Goodreads Puanı :4.46 
Yazar :Jennifer L. Armentrout 
Yayın Evi :DEX 
Sayfa Sayısı:396

ONİKS

1


Daemon Black’in sırasına oturmasından, her zamanki kalemiyle kürek kemiğimi dürtmesine kadar tam on saniye geçmişti. Koca koca on saniye. Arkama dönünce onun o kendine has kır koku­sunu içime çektim.

Daemon geri çekildi, kaleminin mavi kapağını dudaklarının ke­narına hafifçe vurdu. İyi bildiğim dudaklarına. “Günaydın Kedicik.”

Bakışlarımı güçlükle gözlerine çevirdim. Yeni kesilmiş bir gülün sapı kadar canlı bir yeşil olan gözlerine. “Günaydın Daemon.”

Başını geriye atınca asi, siyah saçları alnına düştü. “Bu gece planımız var, unutma.”

“Evet, biliyorum. Dört gözle bekliyorum,” dedim soğuk bir şe­kilde.

Daemon öne eğilince siyah süveteri geniş omuzlarının üze­rinde gerildi. Sırasını aşağıya yatırdı. Arkadaşlarım Carissa ile Lesa’nın hafifçe iç çekmelerini duydum, sınıftaki herkesin gözü­nün üzerimizde olduğundan emindim. Dudaklarının bir kenarı yukarı kıvrıldı, sanki gizlice gülüyordu.

Sessizlik dayanılmaz bir hal almıştı. “Ne var ya?”

“İzini yok etmeliyiz,” dedi sadece benim duyabileceğim kadar alçak sesle. Neyse ki. Millete izin ne olduğunu anlatmaya çalışmayı hiç de iple çekmiyordum. Ya, bildiğiniz gibi, insanlara bulaşıp onları yılbaşı ağacı gibi aydınlatan, kötücül bir uzay ırkı içinse işaret fenerine dönüştüren bir uzaylı kalıntısı. Azıcık ister misiniz?

Tabii. Tabii.

Kalemimi aldım, içimden onu dürtmek geldi. “Evet, o kadarını anladık.”

“İzi silmek için acayip eğlenceli bir fikrim var.”

“Eğlenceli fikrinin” ne olduğunu biliyordum. Ben. O. İşi pişir­mek. Gülümsedim, gülümseyince gözlerinin yeşili yumuşadı.

“Ne o? Hoşuna mı gitti?” diye mırıldanıp bakışlarını dudakla­rıma indirdi. Tüm vücudum garip bir coşkuyla titremeye başla­yınca, kendime bu yüz seksen derecelik dönüşün benimle değil, o acayip uzaylı şeyinin etkisiyle ilgili olduğunu anımsattım. Dae­mon Arum’larla savaştıktan sonra beni iyileştirdiğinden beri ara­mızda bir bağ vardı ve bu, onun açısından bir ilişkiye başlamak için yeterli görünse de benim için yeterli değildi.

Çünkü gerçek değildi.

Ben, annemle babamınki gibi bir şey istiyordum. Yani ölüm­süz aşk. Güçlü. Gerçek. Deli saçması bir uzaylı bağı, istediğimi veremezdi.

“Avucunu yalarsın,” dedim sonunda.

“Karşı koyman işe yaramaz Kedicik.”

“Senin caziben de öyle.”

“Görürüz bakalım.”

Gözlerimi devirerek önüme döndüm. Daemon taş gibiydi ama aynı zamanda tam dayaklıktı ve bu, bazen taş gibi olduğu gerçe­ğini bile gölgede bırakıyordu. Ama her zaman değil.

Yaşlı trigonometri öğretmenimiz ayaklarını sürüye sürüye içeri girdi. Geciken zili beklerken elinde kalın bir tomar kâğıt tutuyordu.

Daemon beni kalemiyle dürttü. Tekrar.

Yumruklarımı sıktım, onu görmezden mi gelsem diye düşün­düm. Fakat bunu yapmayacak kadar akıllıydım. Öyle yapsam beni durmadan dürtecekti. Arkamı döndüm, dik dik baktım. “Ne var Daemon?”

Daemon, bir kobra kadar hızlı hareket etti. Karnıma tuhaf şeyler yapan bir sırıtışla parmaklarını çenemde gezdirdi, saçımın incecik bir telini yüzümden çekti.

Ona bakakaldım.

“Okuldan sonra...”

Sırıtışı hınzırlaşınca aklıma her türden çılgınca fikir üşüştü ama artık onun oyununu oynamıyordum. Gözlerimi devirdim, hızla arkamı döndüm. Hormonlarıma... ve beni hiç kimsenin et­kilemediği kadar etkilemesine karşı koyacaktım.

Sabahın geri kalanında sol gözümün arkasında hafif bir ağrı eksik olmadı. Bunun tek suçlusu olarak Daemon’ı görüyordum.

Öğle yemeğinde kendimi, birisi kafama aniden yumruk atmış gibi hissediyordum. Kafeteryanın bitmeyen gürültüsü, dezenfek­tan ve yanmış yemek kokusunun karışımı yüzünden kaçıp gide­cek delik arıyordum.

“Bunu yiyecek misin?” Dee Black, tepsimdeki çökelek peyni­riyle ananası işaret etti.

Başımı iki yana sallayarak tepsiyi ittim ve Dee tepsiye dalınca midem bulandı.

“Fark ettirmeden futbol takımını bile yiyebilirsin.” Lesa, Dee’yi siyah gözlerindeki kıskançlık pırıltılarıyla izliyordu. Onu suçlaya­mıyordum. Bir keresinde Dee’nin bir oturuşta koca bir kaymaklı bisküvi paketini bitirdiğini görmüştüm. “Nasıl yapıyorsun bunu?”

Dee, zarif omuzlarını silkti. “Galiba hızlı bir metabolizmam var.”

“Hafta sonu neler yaptınız bakalım?” diye sordu Carissa, göm­leğinin koluyla gözlüğünü silerken kaşlarını çatmıştı. “Ben üni­versite başvuru formlarını doldurdum.”

“Ben de bütün hafta sonu Chad’le seviştim.” Lesa sırıttı.

İki kız, Dee’yle bana, bizim de anlatmamız için baktılar. Bana so­rarsanız, psikopat bir uzaylıyı öldürmek ve neredeyse canından ol­mak pek orada anlatılacak bir şey değildi. “Birlikte takılıp salak salak filmler izledik,” diye cevap verdi Dee. Parlak siyah bir saç buklesini kulağının arkasına sokarken bana hafifçe gülümsedi. “Sıkıcıydı yani.”

Lesa kahkahayla güldü. “Eh siz hep sıkıcısınız zaten.”

Gülümsemeye başlamıştım ki enseme hafif bir karıncalanma yayıldı. Etrafımdaki konuşmalar hafifledi, Daemon solumda­ki sandalyeye oturdu. Enfes çilekli içecekle dolu plastik bardağı önüme koydu. Daemon’dan herhangi bir hediye almış olmak beni resmen afallatmıştı, üstelik de en çok sevdiğim içeceği hatırlayıp getirmişti. İçeceği alırken parmaklarım parmaklarına sürtündü ve tenimde bir elektrik akımı dans etti.

Elimi hızla geri çektim, küçük bir yudum aldım. Çok lezzet­liydi. Belki mideme iyi gelirdi. Belki Daemon’ın bu yeni, hediye veren haline alışabilirdim. Öküz halinden çok daha iyiydi. “Te­şekkür ederim.”

Cevap olarak gülümsedi.

“Bizimkiler nerede?” diye takıldı Lesa.

Daemon güldü. “Ben sadece bir kişinin hizmetindeyim.”

Sandalyemi yana kaydırırken yanaklarım alev alev yanıyordu. “Hadi oradan, hizmetimde falan değilsin.”

Eğilip açtığım arayı kapattı. “Henüz.”

“Yapma Daemon. Ben de buradayım.” Dee kaşlarını çattı. “Se­nin yüzünden iştahım kapanacak.”

“O zaman dünyanın sonu gelmiş demektir,” diye cevabı yapış­tırdı Lesa, gözlerini devirerek.

Daemon çantasından soğuk sandviç çıkardı. Ondan başkası yemeğe inmek için dördüncü dersi ekse, soluğu idarede alırdı. Daemon acayip... özeldi. Kız kardeşi ve erkeklerin birkaçı dâhil masadaki bütün kızlar ona bakıyordu.

Kız kardeşine yulaf ezmeli kurabiye verdi.

“Plan yapmayacak mıydık biz?” diye sordu Carissa, yanakları al aldı. “Evet,” dedi Dee, Lesa’ya kocaman gülümseyerek. “Büyük planlar.”

Elimle nemli ve yapış yapış alnımı sildim. “Ne planı?”

“Dee’yle ben, İngilizce dersinde konuştuk. İki hafta sonra bir parti vereceğiz,” diye atladı Carissa. “Şöyle...”

“Büyük bir parti,” dedi Lesa.

“Küçük bir parti,” diye düzeltti Carissa, gözlerini kısıp arkada­şına bakarak. “Kendi aramızda bir şey işte.”

Dee başıyla onayladı ve parlak yeşil gözleri heyecanla parladı. “Bizimkiler cuma günü şehir dışına çıkıyor, o yüzden harika olur.”

Daemon’a kaçamak bir bakış attım. Göz kırptı. Aptal kalbim tekledi.

“Anne babanızın evde parti vermenize ses çıkarmaması sü­per,” dedi Carissa. “Ben böyle bir şeyin lafını bile etsem kıyameti koparır bizimkiler.”

Dee tek omzunu silkip başını öte yana çevirdi. “Bizimkiler ha­rikadır.”

İçim sızlamıştı, yüzümü ifadesiz tutmak için kendimi zorla­dım. Dee’nin bu dünyada her şeyden çok istediği, anne babasının hayatta olmasıydı. Hatta belki Daemon için de öyleydi. O zaman ailesinin sorumluluğunu omuzlanması gerekmeyecekti.

Birlikte geçirdiğimiz zamanlarda olumsuz tavırlarının büyük çoğunluğunun bu stresten kaynaklandığını anlamıştım. Bir de ikiz kardeşinin ölümü vardı...

Öğle yemeğinin geri kalanında sadece partiden konuşuldu. Zamanlama süperdi çünkü önümüzdeki cumartesi doğum gü­nümdü. Ama cuma gününe kadar partiyi okulda duymayan kal­mazdı. En büyük heyecanın cuma gecesi mısır tarlasında içki iç­mek olduğu bir kasabada bunun “küçük” bir parti olarak kalma­sına imkân yoktu. Dee bunun farkında mıydı acaba? “Senin için mahsuru yok mu?” diye fısıldadım Daemon’a.

Omuz silkti. “Onu durduramam ki zaten.”

İstese durdurabileceğini biliyordum, demek ki onun için bir mahsuru yoktu.

“Kurabiye yer misin?” diye sordu, çikolata parçacıklarıyla dolu bir kurabiye uzatarak.

Midem kötü olsun ya da olmasın, bunu reddetmemin imkânı yoktu. “Tabii.”

Çarpık bir gülümsemeyle bana doğru eğildi; dudakları dudak­larıma çok yakındı. “Gel de al.”

Gel de al mı?.. Daemon, kurabiyenin yarısını o dolgun ve tama­men öpülesi dudaklarının arasına koydu.

Hay ben böyle işin...

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Masadaki kızlardan birkaçından öyle sesler geliyordu ki, duyan da masanın altında eriyip akıyorlar zannederdi. Fakat gerçekten ne yaptıklarına bak­mayı başaramadım.

O kurabiye –o dudaklar– tam karşımdaydı.

Yanaklarıma ateş bastı. Herkesin ve Daemon’ın gözlerini üs­tümde hissedebiliyordum... Yüce Tanrım, Daemon kaşlarını kal­dırmış, meydan okuyordu bana.

Dee öğürdü. “Galiba kusacağım.”

Utancımdan yer yarılsa da içine girsem diye düşünüyordum. Daemon ne yapacağımı sanıyordu yani? Leydi ile Sokak Köpeği filmi­nin açık saçık versiyonundan fırlama bir hareketle uzanıp ağzından kurabiyeyi mi alacaktım? Kahretsin, evet kurabiyeyi tam da öyle almak için yanıp tutuşuyordum, bana neler oluyordu böyle.

Daemon yukarı uzanıp kurabiyeyi aldı. Gözleri bir savaş ka­zanmış gibi parlıyordu. “Süre doldu Kedicik.”

Bakakaldım.

Kurabiyeyi ikiye böldü, daha büyük olan parçayı bana verdi. Parçayı çabucak kaptım. Bir yanım bunu suratına fırlatma isteği­ne kapılmıştı ama... elimdeki çikolatalı kurabiyeydi, kıyamadım. Kurabiyeyi bayılarak yedim.

İçeceğimden bir yudum daha aldım ve içim ürperdi. Sanki bi­risi beni izliyordu. Kafeteryaya göz atarken Daemon’ın uzaylı eski kız arkadaşını o kendine has şirret bakışlarıyla bakarken görece­ğimi sanmıştım ama Ash Thompson, başka bir oğlanla laflıyordu. Bak sen. Oğlan Luxen miydi acaba? Pek uzaylı yaşıtları olmasa da burnundan kıl aldırmayan Ash’in bir insan oğlana gülümsemeye yanaşacağını hiç sanmıyordum. Bakışlarımı onların masasından uzaklaştırıp kafeteryanın geri kalanını taradım.

Bay Garrison da kütüphaneye açılan çift kanatlı kapının orada duruyordu ama gözlerini, patates püreleriyle karmaşık şekiller ya­pan sporcularla dolu bir masaya dikmişti. Bizim tarafa göz ucuyla bile bakan kimsecikler yoktu.

Başımı iki yana salladım; yok yere huzursuzlandığım için kendimi aptal gibi hissediyordum. Arum’un biri lise kafeterya­sına bodoslama dalacak değildi ya. Belki de hastalanıyordum. Boynumdaki zincire uzanırken ellerim biraz titriyordu. Tenime değen obsidiyen serin ve rahatlatıcıydı, güvende olduğumun ha­bercisiydi. Bu nedenle korkum boşunaydı. Belki de o yüzden ser­sem gibiydim ve başım dönüyordu.

Hayır, bunun yanımda oturan oğlanla kesinlikle hiçbir ilgisi yoktu.

Postanede beni bekleyen bir sürü paket vardı ama sevinçle ciyak­lamadım bile. Bunlar, diğer blog’cuların inceleme yapılması için kendi aralarında elden ele dolaştırdığı ön okuma kopyalarıydı. Hiç oralı bile olmamıştım. Kesin deli dana hastalığına yakalanıyordum.

Eve dönüş yolculuğu azap vericiydi. Ellerimde mecal kalmamış­tı. Kafam darmadağınıktı. Paketlerimi göğsüme yasladım, veran­danın merdivenlerini çıkarken ensemdeki karıncalanmayı görmez­den geldim. Korkuluğa yaslanmış duran bir doksanlık oğlanı da.

“Okuldan sonra hemen eve gelmedin.” Ses tonunda kızgınlık vardı. Sanki benim feci seksi gizli servis ajanımdı da atlatmayı başarmıştım.

Boştaki elimle anahtarlarımı arıyordum. “Postaneye gitmem gerekiyordu.” Kapıyı itip açtım ve paketleri girişteki masanın üze­rine koydum. Daemon elbette davet falan beklemeden peşimden içeri girmişti.

“Paketler bir yere kaçmıyor ki.” Daemon arkamdan mutfağa geldi. “Ne bunlar? Sadece kitap mı?”

Dolaptan portakal suyu kutusunu alırken içimi çektim. Ki­tapları sevmeyen insanlar bunu anlamazdı. “Evet,sadece kitap.”

“Şu anda etrafta muhtemelen hiç Arum yok ama tedbiri elden bırakmamak lazım. Şu anda onları dosdoğru kapımızın eşiği­ne getirecek bir iz taşıyorsun üzerinde. Bu, kitaplarından daha önemli.” Hiç de bile; kitaplar Arum’lardan daha önemliydi. Ken­dim için bir bardak portakal suyu koydum. Daemon’la tartışama­yacak kadar yorgundum. Henüz kibarca konuşma sanatına hâkim olamamıştık. “İçer misin?”

İç çekti. “Tabii. Süt var mı?”

Dolabı işaret ettim. “Kendin al.”

“İyi de, teklifi yapan sensin. Bana süt vermeyecek misin?”

“Ben sana portakal suyu teklif ettim,” diye cevap verdim, bar­dağımı masaya götürürken. “Sen sütü seçtin. Hem sesini alçalt biraz. Annem uyuyor.”

Sessizce homurdanıp bir bardak süt aldı. Yanıma otururken siyah eşofman giydiğini fark ettim; bu da bana, son kez bendey­ken böyle giyindiği zamanı hatırlattı. Tartışmamız, okuduğum dandik aşk romanlarındaki ateşli sevişme sahnelerinden birine dönüşmüştü. Hâlâ düşündükçe uykularımı kaçırıyordu. Bunu bir türlü kabullenemiyordum.

Sevişmemiz öyle ateşliydi ki Daemon’ın uzaylı cazibesi evdeki ampullerin birçoğunu patlatmış, dizüstü bilgisayarımı kızartmış­tı. Dizüstü bilgisayarımı ve blog’umu çok özlüyordum. Annem bana doğum günüm için yeni bir bilgisayar sözü vermişti. Ama daha iki hafta vardı...

Başımı kaldırmadan bardağımla oynuyordum. “Sana bir şey sorabilir miyim?”

“Değişir,” diye yanıt verdi yumuşak bir şekilde.

“Benim yakınımdayken... bir şeyler hissediyor musun?”

“Bu sabah üstündeki kotun ne kadar yakıştığını hissetmem dışında mı?”

“Daemon.” İçimde, BENİ FARK ETMİŞ! diye bağıran kıza kulak asmamaya çalışarak iç çektim. “Ben ciddiyim.”

Uzun parmaklarıyla tahta masanın üzerinde aylak aylak dai­reler çiziyordu. “Ensem ısınıp karıncalanıyor. Onu mu diyorsun?”

Başımı kaldırıp baktım. Dudaklarında yarım bir gülümseme belirdi. “Evet, sen de mi hissediyorsun?”

“Ne zaman birbirimize yaklaşsak.”

“Canını sıkmıyor, değil mi?”

“Seninkini sıkıyor mu?”

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Karıncalanmanın acı falan ver­diği yoktu, sadece tuhaf bir histi. Benim asıl canımı sıkan bunun simgelediği şey, yani hakkında hiçbir şey bilmediğimiz o lanet olası bağdı. Kalplerimiz bile aynı anda atıyordu.

“Bu... iyileştirmenin yan etkisi olabilir.” Daemon beni bardağın üzerinden izliyordu. Eminim süt bıyığıyla seksi olurdu. “Sen iyi misin?” diye sordu.

“Pek sayılmaz. Niye sordun?”

“Bok gibi görünüyorsun.”

Başka bir zaman olsa bu lafı evde bir savaş başlatırdı ama yarı­sı boş bardağımı bırakmakla yetindim. “Galiba hastalanıyorum.”

Kaşları çatıldı. Hasta olma kavramı Daemon’a yabancıydı. Lu­xenler hasta olmazdı. Hem de hiç. “Neyin var?”

“Bilmem. Muhtemelen uzaylı biti geçmiştir.”

Daemon kahkahayla güldü. “Sanmam. Hasta olmana izin ve­remem. Seni dışarı çıkartıp izini ortadan kaldırmamız gerek. O zamana kadar sen...”

“Ayak bağı olduğumu söylersen canını yakarım.” Öfkem, mide bulantımı bastırmıştı. “Öyle olmadığımı ispatladım, özellikle de Baruck’u sizin evden uzağa götürüp onu öldürdüğümde.” Sesimi yükseltmemek için çaba harcıyordum. “İnsan olmam zayıf oldu­ğum anlamına gelmiyor.”

Arkasına yaslandı, kaşlarını yukarı kaldırdı. “Ben sadece, o zamana kadar risk altındasın, diyecektim.”

“Ya.” Yanaklarım kıpkırmızı oldu. Tüh. “İyi, o zaman, ben ayak bağı değilim yani.”

Daha demin masada oturan Daemon yanımda diz çökmüştü. Yüzümü görmek için hafifçe başını kaldırmak zorunda kaldı. “Za­yıf olmadığını biliyorum. Kendini kanıtladın. Hem, bu hafta sonu yaptığın şey de neydi öyle? Bizim güçlerimizi kullandın resmen. Hâlâ bunun nasıl olduğuna kafam basmıyor ama sen ayak bağı değilsin. Asla.”

Vay be. Cidden... kibarken ve bana dünyada kalan son çikola­taymışım gibi baktığında, kendimi ona teslim etmeme kararım düpedüz sarsılıyordu.

Ağzındaki çikolatalı kurabiyeyi düşündüm.

Aklımdan geçenleri biliyormuş ve gülmemeye çalışıyormuş gibi dudaklarının kenarı seğirdi. O her zamanki ukala sırıtış değil, gerçek bir gülücüktü bu. Sonra aniden ayakta durmuş tepemde dikilirken buldum onu.

“Şimdi zayıf olmadığını kanıtla bana. Hadi, kaldır kıçını da şu izi silelim biraz.”

İnledim. “Daemon, ben cidden kendimi iyi hissetmiyorum.”

“Kat...”

“Bunu gıcıklık olsun diye söylemiyorum. Kusacak gibiyim.”

Kaslı kollarını kavuşturdu, Under Armour marka tişörtü göğ­sünün üstünde gerildi. “Etrafta öyle deniz feneri gibiyken dolaş­man hiç güvenli değil. O izi taşıdığın sürece hiçbir şey yapamaz­sın. Hiçbir yere de gidemezsin.”

Midemin bulantısını görmezden gelerek masadan kalktım. “Üstümü değiştireyim.”

Geriye adım atarken gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. “Bu kadar çabuk mu pes ediyorsun?”

“Pes etmek mi?” Kuru kuru güldüm. “Sadece senden kurtul­mak istiyorum.”

Daemon gür sesle güldü. “Rüyanda görürsün Kedicik.”

“Sen kendini pohpohlamaya devam et.”

Göz açıp kapayıncaya kadar karşıma dikilmiş, önümü kapat­mıştı. Sonra yürümeye başladı; başı eğik, gözleri kararlılıkla doluydu. Ellerim mutfak masasının kenarını bulana kadar geriledim.

“Ne var?” diye sordum.

Ellerini kalçalarımın iki yanına koyup öne eğildi. Ilık nefesi yanağımdaydı ve gözlerimiz birleşmişti. Bir daha yaklaştı ve du­dakları çeneme sürtündü. Boğazımın gerisinden boğuk bir çığlık geldi ve ona doğru uzandım.

Sonra bir baktım ki Daemon geri çekilmiş, ukalaca kıkırdıyor­du. “Nasılmış? Kendimi pohpohlamakla alakası yokmuş değil mi Kedicik? Git de hazırlan.”

Lanet olsun!

Ona orta parmağımla hareket çekip mutfaktan çıktım ve yukarı çıktım. Tenim hâlâ yapış yapış ve iğrençti. Bunun olanlarla bir ilgisi yoktu ama yine de üstüme eşofman ve termal içlik giydim. Koşmak, yapmak istediğim en son şeydi. Daemon’ın, kendimi iyi hissetmeme­mi umursamasını falan beklemiyordum tabii.

Kendisinden ve kız kardeşinden başkasını düşünmezdi o.

Bu doğru değil, diye fısıldadı kafamın içindeki sinsi, sinir bozu­cu ses. Ama belki de bu ses haklıydı. Beni ölüme terk edebilecek­ken iyileştirmişti ve onun düşüncelerini, onu bırakmamam için yalvarışını duymuştum.

Her iki durumda da kusma isteğimi bastırıp eğlenceli bir ko­şuya çıkmalıydım. Altıncı hissim bu işin sonunun hiç de hayırlı bitmeyeceğini söylüyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder